58.000'den fazla kelime ile en kapsamlı Osmanlıca Türkçe sözlük
Aradığınız Osmanlıca kelimelerin Türkçe anlamlarını sözlüğümüzde bulabilirsiniz
MEŞHUDÂT ne demek? MEŞHUDÂT kelimesinin anlamı nedir?
Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle
görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen
gördükleri.("Fütuhât-ı Mekkiye" sâhibi Muhyiddin-i Arab
(K.S.) ve "İnsan-ı Kâmil" denilen meşhur bir kitabın sâhibi
Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhure, küre-i arzın
tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyzâdan
ve Fütuhatta Meşmeşiye dedikleri acâibden bahsediyorlar.
"Gördük" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur?
Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem
coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer
doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı
vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat
olabilir?Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem
ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler,
fakat ihâtasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi
rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları
olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi
rü'yasını tâbir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud
dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler.
Onları tâbir edecek, "Asfiyâ" denilen verâset-i nübüvvet
muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, Asfiya
makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in irşadiyle
yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.Şu
hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle
ki:Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç
kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tâbir
ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı.
Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır.
Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey,
yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval
içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki
deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner,
yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der
ki: "Ey arkadaş! Acib bir rü'ya gördüm." O da der: "Allah
hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm.
Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı,
pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki,
başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine
girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tâbiri
nedir?"Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç
çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik
de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı
getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O
gevenin altını kazdılar. İkisini de dünyada mes'ud edecek
altunları buldular.İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur,
doğru görmüş, fakat rü'yâda iken ihâtasız olduğu için
tâbirde hakkı olmadığından, âlem-i maddi ile âlem-i mâneviyi
birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki,
"Ben hakiki maddi bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam,
âlem-i misâl ile âlem-i maddiyi farkettiği için tâbirde
hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakiki
deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayâline deniz gibi
olmuş; kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..." Demek oluyor
ki: Alem-i maddi ile âlem-i ruhâniyi birbirinden farketmek
lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür.
Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını
kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin
vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer
desen: "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum." doğru
dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir." diye
hükmetsen, yanlış edersin. Çünki, âlem-i misâli, âlem-i
hakikiye karıştırırsın.İşte Küre-i Arz'ın tabakat-ı
seb'asına dâir, bâzı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet'in
mizaniyle tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya
nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibâret değildir.
Meselâ, demişler: "Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir.
Binler sene genişliği var." Halbuki bir-iki senede
devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat
âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervâhda
küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan
temessül ve teşekkül eden misâli şeceresi, o çekirdeğe
nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım
ehl-i şuhud, seyr-i ruhânilerinde, Arz'ın tabakalarından
bâzılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler
sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri
doğrudur; fakat âlem-i misâl sureten âlem-i maddiye
benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tâbir
ediyorlar. Alem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu
için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilâf-ı hakikat
telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray
ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir.
Öyle de: Alem-i maddinin bir senelik mesafesinde, binler
sene vüs'atında vücud-u misâli ve hakaik-ı mâneviye
yerleşir.HATİME : Şu mes'eleden anlaşılıyor ki: Derece-i
şuhud, derece-i imân-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yâni: Yalnız
şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihâtasız
keşfiyatı, verâset-i nübüvvet ehli olan Asfiya ve
Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi fakat
sâfi, ihâtalı doğru hakaik-ı imâniyelerine dâir ahkâmlarına
yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve
müşâhedatın mizânı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab
ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i Muhakkikînin
kavanin-i hadsiyeleridir. M.)
"MEŞHUDÂT" kelimesine ilk yorumu yazan sen ol.