58.000'den fazla kelime ile en kapsamlı Osmanlıca Türkçe sözlük
Aradığınız Osmanlıca kelimelerin Türkçe anlamlarını sözlüğümüzde bulabilirsiniz
CİHAD ne demek? CİHAD kelimesinin anlamı nedir?
(Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle,
fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.)
yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve
esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve
gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza,
Kelimetullah'ı i'lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve
deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te'min
eylemek. (Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla
olan cihad, din hükümlerinin câri olduğu dar-ı İslâmın
hâricinde yapılabilir. Bununla berâber bu mezkur maddî ve
mânevî cihad, değişen şartlara bağlıdır.)Kur'an-ı Kerim'de
9. sûrenin 24. âyetinin çok kısa bir meâli şöyledir:"De ki:
Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz,
akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada
uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden
meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah
yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (lâyık
olduğunuz cezası ve felâketi) gelinceye kadar bekleyin.
Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez."Cihada dair
pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır.(Cihâd-ı
diniye farzdır; bu zamanda muzaaf farz-ı ayndır. M.)(Cihad,
mertebe-i şehadetin merdivenidir. Lemeât.)(Bütün ümmet için
ve bilhassa, İslâm ve Kur'an hizmetinde fedakâr ve sebatkâr
çalışan mücâhidler için dâima tazeliğini koruyan Tebük
Seferindeki bir hâdiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz.Bu
hâdisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle:
Maddi ve manevi cihadda, bir tekâsül ve ihmâlin bilhassa
kendi şahsi hayatına temâyül gösterip özürsüz olarak
cihaddan geri kalmakla, mücâhid cemaatin cihad ruhuna ve
fedakârâne sebatına fütur getirmek ve kuvve-i mâneviyeyi
kırmağa sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan,
cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler,
cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih
edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan
vermemek.Hem ihlâs ile ve sadece Allah rızası için
çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat
dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtivâ
eder:(...Resulullah ile müslümanlar, gaza hazırlığıyla
meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için
sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden akşam
üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: "Hazırlanmağa
kudretim, vaktim müsaittir." derdim. Bu ihmâlcilik bende
durmayıp devam etmişti.Resulüllah gazaya gittikten sonra
çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra
beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da
halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse)
görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş
kimselerden bir kişi yahut da mâlül olup da Allah Teâlâ'nın
mazur gördüğü bir mü'min görürdüm.Sonra Resulüllah bir sabah
Medine'ye teşrif buyurdu. Resulüllah bir seferden geldiğinde
ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekât namaz
kılmak, sonra halkın: Hoş geldiniz temennilerini kabul etmek
için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine
getirip mescidde oturunca Tebük Seferi'ne gitmeyip arda
kalanlar Resulüllah'a gelerek özür dilemeye ve yemin ile
özürlerini te'yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er
kişiydiler. Resulüllah bunların hallerine göre özürlerini ve
biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların
iç yüzünü ve hakikatını Allah Tealâ'ya havale eyledi. Bu
arada ben de huzura geldim. Ve Resulüllah'a selâm verince
gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana: Gel dedi. Ben
de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana: "Seni nasıl bir
mâni geri bıraktı? Sen Akabe'de arkana biat almış değil mi
idin?" buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: "Evet, vallahi,
Ya Resulüllah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim
seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur.
Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit
daha kuvvetli ve daha suhûletli değildim." Bu maruzatım
üzerine Resulüllah (A.S.M.) "Hakikaten bu, doğru söyledi. Ey
Ka'b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle!"
buyurdu.Resulüllah, kendisinden seferde geri kalanlardan
bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti.
Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler.
Hatta bana yeryüzü yabancılaştı, bu hakidan benim bildiğim
toprak değildi. Bu hâl üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım
halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit
geçirdiler. Fakat, ben onların daha genci ve daha
salâbetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve
mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır
bulunurdum. Ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki
hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra
Resulüllah'ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve
içimden: Acaba Resulüllah selâmıma mukabele ederek
dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra
namazı Resulüllah'ın yakınında kılardım da gizlice onu
gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi.
Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Nihayet
halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hâl uzayınca bir gün
gittim. Tâ Ebu Katâde'nin bahçe duvarından aştım. Ebu
Katâde, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir
zat idi. Vardım, ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı.
Ben: "Ey Ebu Katâde! Allah adına and vererek sana sorarım:
Benim Allah'ı ve Resulüllah'ı sevdiğimi bilir misin?" dedim.
Sustu, cevap vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına
sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına and
verdim. Bu defa: "Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi.
Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm,
duvardan aştım.Kâ'b bin Mâlik rivayetine devam ederek der
ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine'ye zahire
satmağa gelen Şam ahalisinden nebeti bir fellâh, bir ekinci:
"Ka'b bin Malik'i bulmağa bana kim delâlet eder?" diye
soruyordu. Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe
başladılar. Nihayet nebeti kişi bana geldi. Ve Gassan
Meliki'nden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba'dü) den
sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: Haber aldığıma
göre sahibin (Peygamber), sana cefa ve eza ediyormuş. Allah
seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide
tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel!
Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz.
Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim.
Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.Nihayet bu
elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki
Resulüllah'ın gönderdiği bir zat, (Huzeyme bin Sâbit) bana
geliyor. Huzeyme gelip, bana: "Resülullah sana kadınından
ayrılmanı emrediyor!" dedi. Ben de: "Kadınımı boşayacak
mıyım, yoksa ne yapacağım?" dedim. O da: "Hayır, boşama,
yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma."
dedi.Resulüllah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ile Hilâl'e
de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma,
haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında
hükmedinceye kadar, onların yanında bulun! dedim.Bundan
sonra on gün daha durdum. Tâ ki Resulüllah'ın bizimle halkı
görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz
dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını
kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum.
Öyle bir hâlde bulunuyordum ki, Allah Telâlanın (Tevbe
sûresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve
yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu
sırada Sili dağı üzerinde en yüksek sesiyle: "Ey Ka'b bin
Mâlik, müjde!." diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin
sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık
gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulüllah sabah namazını
kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini
(nedametlerimizin kabulünü) ilân etmiştir de, halk bize
müjdelemeğe koşmuştur. Arkadaşlarım tarafına da bir takım
müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam)
müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir
müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili dağının üstüne
çıkmıştı. Bunun sesi attan sür'atli idi. Sevimli sesini
işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat
elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim.
Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. (Ebu Katade'den)
iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulüllah'a
(A.S.M.) koştum. Ashab, beni takım takım karşıladılar.
Tevbemin kabulünü (günahtan beraatimi) tebrik ediyorlar ve:
Allahın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun!
diyorlardı.Ka'b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet
mescide girdim. Resulüllah oturmuştu. Etrafında ashab
çevrelenmişti. Hem Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak
geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti.
Vallahi muhacirlerden Talhadan başka kimse bana ayağa
kalkmadı. Talha'nın bu lütfunu unutmam.Ka'b der ki: Vaktaki
Resulüllah'a (A.S.M.) selâm verdim. Mübârek yüzü meserretten
şimşek çakar gibi şakır bir hâlde bana: "Bir günün hayır ve
saâdeti ile müjde sana ey Ka'b ki, annen doğurduğu günden
beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!" buyurdu. Ben: "Yâ
Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah
tarafından mı?" dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan
değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-ü
Ekrem, taraf-ı İlâhiden tesrir buyurulduğu zaman mübarek
yüzü parlardı, hatta o, bir ay parçasına benzerdi. Biz de
meserretli bir vahiy geldiğini onun bu sevimli simasından
anlardık.Vaktaki Resulüllah'ın huzurunda oturdum. - Ya
Resulallah, Allah ve Resulullah'ın rızası için halis sadaka
olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini
fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü
icabındandır dedim. Resulullah (A.S.M.): "Hayır, malının bir
kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!"
buyurdu. Ben de "Şu Hayber'deki hissemi alıkorum" dedim.)
(S.B.M.)
"CİHAD" kelimesine ilk yorumu yazan sen ol.